DUTlab Notit Projesi Aylık Bilim Dergisi Şubat Sayısı Özel Deprem Dosyası
DUTlab Notit Projesi Aylık Bilim Dergisi Şubat Sayısı Özel Deprem Dosyası Read More »
Gezegen Avcısı olarak da bilinen, adını Rönesans dönemi gök bilimcisi Johannes Kepler’den alan teleskop, NASA tarafından diğer yıldızların yörüngesinde dolanan dünya benzeri gezegenleri araştırmak için 7 Mart 2009 yılında uzaya gönderilmiştir. Gezegen avcısı yaptığı hassas ölçümlemelerle yer benzeri olabilecek gezegenleri bulmaya başlamıştır.
Fırlatma Dönemi: 5 Mart – 9 Haziran 2009 (uzun fırlatma pencereleri her gün 2 – 3 dakika) fırlatma pencereleri 28 dakika ayrı
5 Mart için ilk fırlatma fırsatı: Öğleden sonra 10.48 EST
Fırlatma Alanı: Cape Canaveral Hava Kuvvetleri İstasyonu, Florida, Pad 17B
Yörünge: Dünya’yı takip eden Güneş merkezli (helyosentrik) yörünge
Yörünge Periyodu: 371 gün
Görev Süresi: 3.5 yıl olarak planlanmıştır, fakat 15 Kasım 2018’e kadar görevine devam etmiştir.
Kepler uzay teleskobu fırlatıldığı ilk yıldan beri Güneş sistemi dışında yüzlerce gezegen keşfetti. Bu gezegenler arasında Dünya boyutlarında ve Dünya özelliklerinde olduğu gibi, çok daha farklı gezegenler de bulunmaktadır. Bu gezegenler bazıları çoklu gezegen sistemleridir. Bir yıldız etrafında birden fazla gezegen bulunan sistemler olduğu gibi, birden çok yıldız etrafında dolanan gezegen de keşfedilmiştir.
Keşfedilen gezegenleri çoğu yaşanabilir bölge dışında olmasına rağmen, yaşanabilir bölge içinde bulunan gezegenler de vardır. New Jersey’deki Princeton Üniversitesi’nde görevli Dr Timothy Morton, Kepler tarafından bulunan Güneş sistemi dışındaki gezegenlerin büyük çoğunluğunun süper-Dünya denilen (Dünya’nın yarı çapından 1.2-1.9 kat daha büyük) gezegen ile sub-Neptün (Dünya’nın yarı çapından 1.9-3.1 kat daha büyük) gezegeni arasında kaldığını bildiriyor.
Bilim insanları, Kepler’in 2015 yılı Temmuz ayında hedeflediği 4302 aday gezegenin bulunduğu katalogdan keşfedilen Güneş sistemi dışındaki 1284 yeni gezegeni tespit edip doğrulamak için yeni bir istatistiksel teknik kullandı. Yeni teknik, aday gezegenlerin simülasyonlarıyla ilgili farklı bilgiler topladı ve her olası yenidünyayla ilgili gökbilimcilere güvenilir puanlamalar verdi. Güvenilirliği %99’dan fazla olan adaylar ‘doğrulanan gezegenler’ olarak belirlendi. Araştırma ekibi, gezegen olma ihtimaline yakın fakat %99’luk orana ulaşmayan 1327 aday daha belirledi. Bu adayların incelenmesi devam edecek.
Dünya’dan yaklaşık olarak 500 ışık yılı uzaklıkta bulunan kırmızı cüce yıldız Kepler-186 yörüngesindeki bir ötegezegendir. Kepler-186f, başka bir yıldızın yaşama elverişli bölgesinde keşfedilen, Dünya ile benzer yarıçapa sahip ilk gezegendir. 19 Mart 2014 yılında Kepler Uzay Teleskobu ile, “transit metodu” ile keşfedilmiştir.
Kepler-186f’in yörüngesel periyodu 129,9 gün, yörüngesel yarıçapı Dünya’nın %36 kadarı olup bu mesafede yıldızıyla (Ay ve Dünya gibi) eşzamanlı dönüşüm içinde olup olmadığı belli değildir. Bu sistemin yaşanabilir bölgesi, muhafazakâr bir tahminle Dünya’nın aldığı aydınlatmanın 0,88 ilâ 0,25 kadar olduğu bölgedir (0,22 ilâ 0,40 AB; Kepler-186f, %32 aydınlanmakta olduğundan bu bölgenin içinde, fakat Güneş Sistemi’nde Mars gibi dış sınıra yakın bulunmaktadır. Kepler-186f’nin aldığı yıldız akısı Gliese 581 d’ninkine benzemektedir.
Kepler-186f’nin yarıçapı, Dünya’nın yarıçapından takriben %11 fazladır. Kütlesi, yoğunluğu ve bileşimi bilinmemektedir; kütle tahminleri sadece su/buz karışımı olan bir gezegenle tamamen demirden meydana gelmiş bir gezegen için 0,32 M⊕ ilâ 3,77 M⊕ arasında olabilir; Dünya’nınkine benzer bir bileşim (1/3 demir, 2/3 silikat kaya) olması hâlinde 1,44 M⊕ olmalıdır. Büyük çoğunluğu hidrojen/helyum olan bir atmosfer, yarıçapı 1,5 R⊕‘dan az olan gezegenler için pek muhtemel görülmemektedir. Kırmızı cüceler, gençken yaşlılara göre çok daha kuvvetli aşırı morötesi (XUV) ışımaları vardır; gezegenin esasî atmosferi, bu süre içinde foto buharlaşması olabileceğinden H/He ağırlıklı zarfın büyük bir kısmının hidrodinamik kayıpla kaybetmesi muhtemeldir.
KAYNAKÇA & İLERİ OKUMA
Kepler: NASA’s First Mission Capable of Finding Earth-Size Planets | NASA
Başlık Görseli | Nasa
Görsel 2 | PHL @ UPR ARECİBO, NASA
Görsel 3 | NASA
Görsel 4 | PHL @ UPR ARECİBO, NASA
Görsel 5 | NASA
YAZAR: Melih Kul
EDİTÖR: Emre Sezer
Kepler Uzay Teleskobu Ve Keşifleri Read More »
Dokuzuncu Gezegen, ingilizce adı ile “Planet Nine” güneş etrafında dönen, bilim insanları tarafından farazi olarak varlığı tahmin edilen Neptünötesi bir gezegendir.
2016 yılında yapılan araştırmalar sonucunda bazı Neptünötesi cisimlerin garip davranışları tespit edildi. Bu davranışlar Neptünötesi cisimlerin garip yörünge değişikleri ile alakalıydı. Kuiper Kuşağı’nı inceleyen gökbilimciler, bazı cüce gezegenlerin ve diğer küçük, buzlu nesnelerin birlikte kümelenen yörüngeleri takip etme eğiliminde olduklarını fark ettiler. Başlarda bunun Plüton ya da Eris (Neptünötesi Cüce Gezegen) tarafından kaynaklandığı düşünülse de bu tür sapmalar için Plüton ya da Eris fazlasıyla küçüktü. Caltech ekibi, bu yörüngeleri analiz ederek, daha önce keşfedilmemiş büyük bir gezegenin Plüton’un çok ötesinde saklanıyor olabileceği ihtimalini tahmin ettiler. Yapılan hesaplamalar çok daha uzakta Dünya’dan yaklaşık 10 kat daha büyük bir gezegene işaret ediyordu.
Bu potansiyel gezegenin yerçekiminin, Kuiper nesnelerinin olağandışı yörüngelerini açıklayabileceğini tahmin ettiler. Fakat bu gezegen Güneş’e, bilinen sekiz gezegenden en uzakta olanı Neptün’den bile 2 kat daha uzakta olduğu için mevcut teknolojilerimiz ile görüntülemek neredeyse imkansızdı.
Dokuzuncu Gezegen Güneş’in etrafında çok eliptik bir yörünge izler. Gezegenin bu yörüngesinde bir tam tur dönmesi 10,000 ila 20,000 yıl arasında sürer. Tahminlere göre, Dokuzuncu Gezegen bir buz devidir(ice giant) ve bu konuda Uranüs ve Neptün’e benzer. Çoğunlukla ağır gazlardan ve buzlardan oluşan bir gezegendir.
Araştırmayı yapan bilim insanlarından Konstantin Batygin ve Michael E. Brown Dokuzuncu Gezegen için “Jehoshaphat” ve “George” adlarını kullanıyorlar. Ayrıca Batygin ve Brown, tahmin ettikleri nesneye “Gezegen Dokuz” adını verdiler, ancak bir nesnenin gerçek adlandırma hakları, onu gerçekten keşfeden kişiye aittir.
Batygin ve Brown dahil gökbilimciler, tahmini yörüngesinde nesneyi aramak için dünyanın en güçlü teleskoplarını kullanmaya başladılar. Güneş’ten uzaktaki herhangi bir nesne çok sönük ve tespit edilmesi zor olacaktır, ancak gökbilimciler onu mevcut teleskopları kullanarak görmenin mümkün olması gerektiğini hesaplıyorlar.
Brown, “Onu bulmayı çok isterim” diyor. “Ama bir başkası bulursa ben de çok mutlu olurum. Bu yüzden bu makaleyi yayınlıyoruz. Diğer insanların ilham alacağını ve aramaya başlayacağını umuyoruz.”
Green, “Ne zaman böyle ilginç bir fikrimiz olursa, Carl Sagan’ın eleştirel düşünme kurallarını uygularız; bu kurallara gerçeklerin bağımsız olarak doğrulanması, alternatif açıklamalar aranması ve bilimsel tartışmanın teşvik edilmesi dahildir,” dedi. “Gezegen 9 oradaysa, onu birlikte bulacağız. Ya da şimdiye kadar aldığımız veriler için alternatif bir açıklama belirleyeceğiz.
“Şimdi gidip keşfe çıkalım.”
KAYNAKÇA & İLERİ OKUMA
Gizemli Dokuzuncu Gezegen Read More »
Gargantua’nın ne kadar gerçekçi bir kara delik olduğunu analiz edebilmek için önce gerçek kara deliklerin özelliklerini yazının ilk bölümünde anlatmıştım. Şimdi Gargantua’yı bu özelliklerle karşılaştıracağız.
Interstellar evreninde Gargantua’nın Satürn yanında olduğunu ve başka bir galaksiye çıktığını biliyoruz. Bu özelliğinden dolayı Gargantua için “solucan deliği” deniyor. Solucan deliği, kara deliğe giren cisimlerin evrenin başka yerlerinden çıkmasına olanak sağlayan yolu kısaltan geçitlerdir. Günümüzde kara delikler üzerinde yapılan çalışmalar ile biliyoruz ki kara delikler yüksek çekim gücüne sahip astro fizik kütleleridir ve hacimleri küçük olduğu için çektikleri her maddeyi içlerinde parçalayarak istiflerler. Bu yüzden Gargantua’nın bu özelliği bilimsel olarak mümkün değildir! Eğer mümkün olsaydı bu yolculuk için zarar görmeyecek ileri teknolojiler geliştirmemiz gerekecektir. Interstaller evrenindeki Gargantua içerisinde seyahat eden Endurance uzay aracı da bu teknolojiye sahip kabul edilmiştir.
Gargantua 100 milyon Güneş kütlesinde ve olay ufku da buna bağlı olarak yaklaşık 1 milyon kilometre civarında. Ortalama Dünya’nın Güneş etrafındaki yörüngesine eşit oluyor. Kara deliklerin yarıçapı, olay ufkunun çevre uzunluğunun 2 pi kadarıdır. Bu hesaba göre Gargantua gibi fiziksel özelliklere sahip kara delik mümkün olabilir!
Gargantua’nın zamanı Interstellar’da olduğu gibi aynı oranda yavaşlatması için çok hızlı dönmesi gerekir. Bu hızı Tars’ın ,Interstaller evrenindeki robot, 1 saatte tamamlamasını referans alıp üstteki bilgilerle hesaplarsak ışık hızına çok yakın dönmesi gerektiği sonucuna ulaşıyoruz. Bu Gargantua için maksimum dönüş hızı. Einstein’in hız sınırını geçmediğinden bir kara delik için bu dönüş hızı mümkündür! Thorne da bu olayı “mümkün ancak muhtemel değil.” olarak özetliyor.
Gargantua tasarlandığında daha önce bir kara delik fotoğrafı çekilmemişti ama kara deliklerden veriler alınıyor üzerine çalışmalar yapılıyordu. Bu bilgiler ışığında Thorne yaptığı çalışmalar ile Gargantuayı tasarladı. 2019 yılında EHT teleskobunu ilk kez bir kara delik fotoğrafı çekmeyi başardı. Gargantuaya dışarıdan baktığımızda etrafında gördüğümüz ışık şekli Gargantua’nın olay ufkunun çevresinde dolanan ve Gargantua’nın etkisinden kaçabilen fotonlardır. Benzer görüntüğü EHT teleskobunun fotoğrafında da görebiliyoruz. Gargantua’nın bu görünüşü mümkündür!
Zamanda yoluluk, geçmişi değiştirmek, farklı boyutlar gibi sadece kara deliği değil diğer etkenlere de bağlı olan diğer konulara, sadece Gargantua’yı incelediğim için, bu yazıda değinmeyeceğim. Bir kara delik olarak Gargantua için Interstellar bilimesel temeller üzerine kurulmuş da olsa neticede kurgudur ve kurguda hikayenin ilerlemesi için bazı şeyler “öyle” kabul edilir. Bu konu ile alakalı Interstellar’ın bilimsel danışmanı Thorne “Raslantı evrimin ilk yapı taşıdır.” diyor. Yine de Interstellar bilimsel analizleri çok iyi yapmış ve hikaye boyunca her detayı bu analizlerle planlamış bir kurgudur diyebilirim.
KAYNAKÇA & İLERİ OKUMA
HER ŞEYİ YİYEN GARGANTUA-1 | İLK YAZI
GARGANTUA HAKKINDA BİLGİLER | THE SCİENCE OF INTERSTELLAR
Her Şeyi Yiyen Gargantua-2 Read More »
Maddenin içinde bulunabileceği beş durum arasında, Bose-Einstein yoğunlaşması belki de en gizemli olanıdır. Gazlar, sıvılar, katılar ve plazmalar üzerinde uzun süredir çalışılırken, Bose-Einstein yoğuşmaları 1990’lara kadar laboratuvarda üretilememişti.
Bir Bose-Einstein yoğunlaşması, mutlak sıfır değerine kadar soğutulan atom grubudur. Bu sıcaklığa ulaştıklarına atomlar birbirlerine göre neredeyse hiç hareket etmezler. İşte bu noktada atomlar bir araya toplanmaya ve aynı enerji durumuna girmeye başlarlar. Fiziksel açıdan özdeş olurlar ve tüm atom grubu tek bir atommuş gibi davranmaya başlar.
Bir Bose-Einstein yoğunlaşması yapmak için dağınık bir gaz bulutuyla başlarsınız. Birçok deney rubidyum atomlarıyla başlar. Daha sonra enerjiyi atomlardan uzaklaştırmak için lazer ışınlarını kullanarak soğutursunuz. Bu işlemden sonra bilim insanları onları daha da soğutmak için buharlaştırmalı soğutma kullanıyorlar. Buffalo Üniversitesi’nde fizik profesörü olan Xuedong Hu, “Bir Bose-Einstein yoğunlaşmasına düzensiz, kinetik enerjinin potansiyel enerjiden daha büyük olduğu bir durumdan başlıyorsunuz fakat onu soğutunca katılar gibi bir örgü oluşturmaz” diyor. Bunun yerine, atomlar aynı kuantum hallerine düşer ve birbirinden ayırt edilemezler. Bu noktada atomalar, fotonlar gibi ayıramayacağınız parçacıklara uygulanan Bose-Einstein istatistiğine uymaya başlarlar.
TEORİ VE KEŞİF
Bose-Einstein Yoğunlaşması teorik olarak ilk defa Hintli fizikçi Satyendra Nath Bose (1894-1974) tarafından öngörüldü. Bose, kuantum mekaniğindeki istatistiksel problemler üzerinde çalışıyordu ve fikirlerini Albert Einstein’a gönderdi. Einstein bunların yayınlanması gerektiğini düşünüyordu. Daha da önemlisi Einstein, Bose’nin hesaplamalarının -daha sonradan Bose-Einstein istatistiği oalrak bilinir- atomlara olduğu kadar ışığa da uygulanabileceğini gördü.
İkisinin bulduğu şey, normalde atomların belirli enerjilere sahip olması gerektiğiydi Aslında kuantum mekaniğinin temellerinden biri, bir atomun veya diğer atom altı parçacığın enerjisinin nedensiz olamayacağıdır. Örneğin elektronların bulunmaları gereken ayrı “yörüngeleri” olması ve bir yörüngeden veya enerji seviyesinden diğerine düştüklerinde belirli dalga boylarına sahip fotonlar vermelerinin nedeni budur. Ancak atomları mutlak sıfır derecesinin milyarda biri kadar soğutunca, bazı atomlar aynı enerji seviyesine düşerek ayırt edilemez hale geliyor.
Bose-Einstein yoğunlaşmasındaki atomların “süper atomlar” gibi davranmasının nedeni budur. Nerede olduklarını ölçmeye çalışıldığında, ayrı ayrı atomları görmek yerine, bulanık bir top görür.
Maddenin diğer durumlarının tümü, adını fizikçi Wolfgang Pauli’den alan Pauli Dışlama İlkesi’ne uyar. Pauli (1900-1958) fermiyonların – maddeyi oluşturan parçacık türleri – aynı kuantum hallerinde olamayacağını söylüyor. Bu nedenle, iki elektron aynı yörüngede olduğunda, dönüşlerinin zıt olması gerekir, böylece toplamları sıfır olur. Bu da, kimyanın bu şekilde çalışmasının ve atomların aynı anda aynı alanda bulunmamasının bir nedenidir. Bose-Einstein yoğuşmaları bu kuralı çiğniyor.
Teori, maddenin bu tür durumlarının var olması gerektiğini söylese de Colorado’daki Astrofizik Enstitüsü’nden (JILA) Eric A. Cornell ve Carl E bir tane yapmayı başararak 2001 Nobel Fizik Ödülü’nü aldılar.
Temmuz 2018’de Uluslararası Uzay İstasyonunda yapılan bir deney, bir rubidyum atomu bulutunu mutlak sıfırın on milyonda birine kadar soğutarak uzayda bir Bose-Einstein yoğunlaşması üretti . Deney şu anda uzayda bildiğimiz en soğuk nesnenin rekorunu elinde tutuyor, ancak henüz insanlığın yarattığı en soğuk şey değil.
KAYNAKÇA & İLERİ OKUMA
Maddenin Hali: Bose-Einstein Yoğunlaşması Read More »
Kara delik öyle bir çırpıda geçilecek bir konu değil ama içinde kafa kurcalayan bir yer var ki o da kurgularda gördüklerimizin ne kadar bilim olduğu…
Öncelikle;
“Kara delik, astrofizikte, çekim alanı her türlü maddesel oluşumun ve ışınımın kendisinden kaçmasına izin vermeyecek derecede güçlü olan, kütlesi büyük bir kozmik cisimdir.”
Evet bu kabul ettiğimiz tanımın ufacık giriş bölümüydü. İşin bir de kurgu bölümü var ki çoğumuz “kara delik” ismini ilk orda duymuşuzdur. Bu yazıda “Interstellar” filminde yer alan “Gargantua” olarak adlandırılan kara delik üzerinden kara deliğin ne olduğunu Gargantua’nın ne kadar gerçek olabileceğini anlatmaya çalışacağım. Fazla uzun olmaması için iki bölüme böldüğüm “Her Şeyi Yiyen Gargantua” yazımın bu bölümünde kara delikler hakkında bilimin ne dediğinden bahsedeceğim. Yazıyı daha basit ve anlaşılır tutmak için formüllere ve diğer ayrıntılara burada değinmeden daha basit bir şekilde anlatmaya çalışacağım.
Interstellar evreninde Gargantua bir geçit gibi bizi A noktasından B noktasına götürdüğünü ve etrafına zamanda büyük bir sapmaya neden olduğunu biliyoruz.
Peki bu fikre nereden kapıldılar? İçine giren olmadı ya da içinden çıkagelen biri olmadı. Hatta Interstellar yazıldığı yıl daha önce teleskoplarla bile bize kendisini gösteren bir kara delik de olmamıştı.
Interstellar’ın yazarları bilimle olabildiğince yakın bir kurgu ortaya koymak istiyorlardı. Bunun için Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü’nde profesör olan kütleçekim dalgaları alanında yaptığı çalışmalarla nobel ödülü kazanan Kip Thorne’dan bilimsel danışmanlık aldılar.
Bu noktada başa geri dönelim Kara deliklere tekrardan bakalım. Kara delikler, yıldızların içerisinde gerçekleşen füzyon tepkimesi bitip helyuma dönüşecek hidrojenleri kalmadığı yani ömürlerini tamamladıktan sonra içlerine çökmesi durumunda oluşan büyük kütleli ama küçük hacimli astrofizik cisimlerdir. Çekim kuvvetleri güçlü ve olay ufukları geniş olduğu için olay ufkundan daha yakında olan cisimleri kendilerine güçlü bir şekilde çekerler. Bunu daha kolay anlamak için 1,889,500X10^24 kg kütleye sahip olan Güneş’in çekirdeğinde üretilen kütlesi 0 kabul edilen, ışık hızıyla hareket eden fotonlar bile sadece 10,000,000 yıl sonra güneşin yüzeyine ulaşabiliyorlar. Eğer Güneş bir kara delik olsaydı, ki bunun olması için çapının 3 km olması gerekirdi, fotonlar dahi yüzeye ulaşamayacaktır. Böylece dışarıya ışık yayamayacağı için karanlık kalacaktı. Kara delikler de isimlerini bu özelliklerinden alıyorlar.
Kara deliklerin bir başka özelliği de yüksek kütlesiyle uzay-zamanı bükmesidir. Kara deliğe olay ufkundan daha fazla yaklaşırsanız artık ondan kaçamazsınız çünkü bunun için ışık hızından daha hızlı hareket etmeniz gerekir. Kara deliğin içerisinde düştüğünüzde dikkat etmeniz gereken diğer kara delik özelliği de tekilliktir. Tekillik, kara delik gibi yüksek kütlesel astrofizik cisimlerinin meydana getirdiği uzay-zaman kurallarının çalışmadığı alanlardır.
Yazımın ikinci bölümünde kara delik hakkında bilimden öğrendiğimiz bu özelliklerinin Interstaller’da nasıl işlendiğini inceleyeceğiz.
KAYNAKÇA & İLERİ OKUMA
GUNES ENERJİSİNİN KAYNAĞI | TUBITAK
DÜNYA GÜNEŞ KARŞILAŞTIRMASI | NASA
HIGGS BOZONU | Citation: S. Eidelman et al. (Particle Data Group), Phys. Lett. B 592, 1 (2004)
HIGH ENERGY PHYSICS | CORNELL UNIVERSITY
TEKILLIK | KARISTAD UNIVERSITY
BAŞLIK GÖRSELİ | EHT COLLABORATION
GARGANTUA GÖRSELİ | INTERSTALLER
Her Şeyi Yiyen Gargantua-1 Read More »
Gökbilimciler gezegenin büyük karanlık fırtınasını gözlemlerken, Dark Spot Jr. adını verdikleri daha küçük bir girdap tespit ettiler. Neptün, güneş sistemindeki en garip hava koşullarına sahiptir.
Güneşin sekizinci gezegeni, atmosferi saatte 1.100 mil veya ses hızının 1,5 katı kadar kesen hızlarla, herhangi bir dünyada gözlemlenen en hızlı rüzgar rekorunu elinde tutuyor. Bilim adamları, atmosferinin neden bu kadar çalkantılı olduğunu hâlâ tam olarak bilmiyorlar. Neptün’e son bakışları, kafa karıştırmak için daha da fazla neden sağladı.
Hubble Uzay Teleskobu, 2018’de bir fırtına tespit etti, yaklaşık 4.600 mil çapında karanlık bir nokta. O zamandan beri, en son Hubble gözlemlerine göre, ekvatora doğru sürüklenmiş gibi görünüyor, ancak daha sonra kuzeye geri döndü. Ayrıca, bilim adamlarının ana fırtınayı patlatan bir yığın olabileceğini düşündüğü Dark Spot Jr. lakaplı daha küçük bir yoldaş fırtınası da var. Bu mürekkep vorteksleri, gezegenin baş döndürücü gök mavisi mavisine karşı öne çıkıyor, ancak görmek baş döndürücü olsa da, ömürleri kısadır ve bu da onları incelemeyi daha da zorlaştırır.
Bu, Neptün’ün koyu lekelerinin bu kadar tuhaf davrandığı ilk zaman değil. Voyager 2 uzay aracı 1989’da gezegenin yanından geçtiğinde (hala bunu yapan tek uzay aracı) iki fırtına gözlemledi. Bunlardan biri, Dünya’nın büyüklüğünde büyük bir girdap olan orijinal Karanlık Lekeydi. Onun da bir arkadaşı vardı, Scooter lakaplı daha küçük, hızlı hareket eden bir fırtına. İlk gözlenen Karanlık Nokta da güneye ve ardından kuzeye doğru hareket ediyor gibiydi.
Voyager 2 uzay sondasının görüntüleme ekibinin bir üyesi ve şu anda Association of Science’ın başkan yardımcısı Heidi Hammel, “Voyager ile büyük karanlık noktayı izlerken, boylamda yukarı ve aşağı salındığını gördük.” dedi. Astronomi Araştırma Üniversiteleri. “Voyager’da, özelliği uçuşa kadar geçen dört ila beş ay gibi bir süre boyunca takip edebilecek kadar zamanımız vardı. Bu fırtına çok büyüktü, büyük bir canavardı ”, Dünya gezegeni kadar büyük.
Ancak Voyager ekibi, Hubble teleskopuyla fırtınaları tekrar gözlemlemek için zaman bulduğunda, yaklaşık dört yıl sonra, gittiler. Gökbilimciler, bir Neptün fırtınasının ortalama yaşam süresinin iki ila beş yıl arasında olduğunu ve uzun ömürlülüğünün büyüklüğüne bağlı olabileceğini tahmin ediyor. Bu, dış güneş sistemimizin en iyi bilinen diğer fırtınası olan ve zaman zaman küçülen ancak en az yüzlerce yıldır sürekli olarak çalkalanan Jüpiter’in Büyük Kırmızı Lekesi ile bir tezat oluşturuyor.
Neptün’ün karanlık vorteksleri gezegenin derinliklerine dalar. Onları, buzlu dünyanın çekirdeğine kadar uzanan kökleri olan çok uzun bir ağacın gölgesi olarak hayal edin. Bu uzun bağlantı, fırtınayı her yöne doğru hareket ettirebilir ve rüzgarla güneye doğru sürüklenmesine veya kuzeye geri çekilmesine olanak tanır. Ancak bu büyük fırtınalar güneye, rüzgar alanlarının daha da güçlü olduğu gezegenin ekvatoruna doğru sürüklenirken parçalanabilirler.
Gökbilimciler Neptün’e bakmak için Hubble’ı kullandıklarında yılda sadece bir atış yaptıkları için, mizaçlı atmosferi gerçekten izlemek zordur. Bilim adamları yeni fırtınaları fark ettiklerinde, onları yok olmadan önce gözlemlemek için sadece birkaç şansımız var. Dr. Hammel, “Bütün bu ortadan kaybolmaları, onlar hakkındaki en şaşırtıcı yönlerden biridir” dedi.
İnsanlar bu fırtınaların yaşam döngüsünü daha iyi anlamak için gezegenin etrafında bir yörünge bulana kadar, bu mavi güzellikle ilgili cevaplardan daha fazla soruyla baş başa kalıyoruz. Dark Spot ve Dark Spot Jr. hayatta kalacak mı?
KAYNAKÇA & İLERİ OKUMA
Neptün’ün Tuhaf Karanlık Noktası Read More »
Yeni keşfedilen Valviloculus Pleristaminis çiçeği, kehribar içinde 100 milyon yıldır saklanıyor.
Yaygın olarak kehribar olarak bilinen fosilleşmiş ağaç reçinesi, paleontologlara antik ekosistemler hakkında olağanüstü bilgiler verir. Son altın zaman kapsülü keşfi, 100 milyon yıl öncesinden Orta Kretase dönemine kadar uzanan tamamen yeni, daha önce bilinmeyen bir çiçek cinsi ve türü belirleyen Oregon Eyalet Üniversitesi araştırmacılarından geldi.
Araştırma, Jurassic Park yazarı Michael Crichton’a ilham veren efsanevi paleobiyolog George Poinar Jr. tarafından yönetildi. Yeni çiçek türü, 100 milyon yıllık zengin birikintileri ile bilinen kuzey Myanmar’ın bir bölgesinde bulunan kehribar içinde keşfedildi.
Keşif, bir tür anjiyosperm çiçekli bitkidir ve Valviloculus Pleristaminis olarak adlandırılmıştır. Şaşırtıcı derecede iyi korunmuş örnek, Poinar’ın şaşırtıcı ayrıntılar sergilediğini belirttiği bir erkek çiçektir.
Poinar, “Çok küçük olmasına rağmen, hala kalan detay harika” diye açıklıyor. Örneğimiz muhtemelen bitki üzerinde, bazıları muhtemelen dişi olan birçok benzer çiçek içeren bir kümenin parçasıydı. Erkek çiçek küçüktür, yaklaşık 2 milimetre genişliğindedir, ancak anterler gökyüzünü işaret eden spiral şeklinde düzenlenmiş 50 kadar organına sahiptir.”
Poinar’ın Myanmar’daki bu kehribar yataklarını araştıran çalışması, son birkaç on yılda çok çeşitli antik organizmaları ortaya çıkardı. Kehribar, bir zamanlar Gondwana olarak bilinen antik kıtanın bir parçası olan Batı Burma Bloğu adı verilen coğrafi bir bölgeden geliyor. Ve toplu olarak Poinar’ın çalışması, Batı Burma Bloğu’nun 200 ila 500 milyon yıl önce Gondwana’dan ayrıldığını öne süren geleneksel jeolojik zaman çizelgelerini sorguluyor.
Poinar, bu büyük tektonik değişimin 100 milyon yıl kadar yakın zamanda gerçekleşmiş olabileceğini iddia ediyor. Kapalı tohumlupermlerin başlangıçta yaklaşık 100 milyon yıl önce evrimleştiği ve bugün genel olarak Avustralya, Afrika ve Güney Amerika’nın güney kıtaları olarak bildiğimiz şeye yayıldığı düşünüldüğünden, bu çalışma, Gondwana’nın tektonik göçünün jeologların şu anda inandıklarından çok daha yakın zamanda gerçekleşmiş olabileceğini göstermektedir.
Son yıllarda, dünyanın farklı yerlerinden kehribar keşifleri, örümcekler ve tarih öncesi yılanlardan dev sperm ve memeli kan hücrelerine kadar çarpıcı bir antik organizma çeşitliliğini ortaya çıkardı. Bu inanılmaz derecede iyi korunmuş çiçek, milyonlarca yıl öncesinden eski ekosistemlere dair başka bir bakış açısı sunuyor.
Poinar, “Bu tam olarak bir Noel çiçeği değil ama bir güzellik, özellikle de 100 milyon yıl önce var olan bir ormanın parçası olduğu düşünülürse,” diyor.
Yeni çalışma, Journal of the Botanical Research Institute of Texas’da yayınlandı.
KAYNAKÇA VE İLERİ OKUMA
100 Milyon Yıllık Kehribar İçinde Yeni Çiçek Türleri Keşfedildi Read More »
Bilim, neden, merak ve amaç besleyen fiziki evrenin deney, gözlem, düşünce aracılığıyla sistematik bir şekilde incelenmesini de kapsayan entelektüel ve pratik disiplinler bütünüdür.
Bu bilimin sıkıcı tanımıdır. Bu tür tanımlar çok açık bilgiler vermez bize. Bu yazıda sıkıcı tanımlar yerine bilimin ne iş yaptığı daha somut tanımlama ve örneklerle anlatmaya çalışacağım. İnsanlık kendi varlığını fark etmeye başladıktan sonra ilk rutin işi de oluşmuştu. Merak etmek. Kendini, neden acıktığı, neden canı yandığı, neden gece göremediği gibi günlük hayatındaki ihtiyaçlarının nedenlerini sorgulayarak ilk kez merak etti ve evrimsel sürecinin de her anında bu rutinini sürdürmeye devam etti.
Başından beri sorular aynıydı ama ilk zamanlar cevaplar farklıydı ve her zaman tatmin edici değildi. İnsanlık, gündelik yaşantısını derinden etkileyen olaylar için doğru cevabı bulması gerektiğini biliyordu ve bunun için oluşturduğu yöntemlerle bilim adını verdi. Bilim gündelik hayatımızdaki sorunlara veya hayatımızı kolaylaştıracak yöntemler için de doğru cevapları arar.
Söz gelimi Nil nehrinin kenarında yaşayan bir topluluk Nil nehri taşınca tarlaları ve evleri zarar gördüğü için buna bir çözüm aradılar. İlk çözümleri adak adamak, dolunayda şarkı söylemek gibi yöntemler olsa da bunu yöntemlerin işe yaramadığını fark edince gözlem yapmaya başladılar ve bu gözlemlerini not aldılar. Daha sonrasında bu gözlem ve sistematik notları sayesinde zamanı yıla, yılı da mevsimlere bölerek belirli mevsimlerde tarlalarına ekim yapmamaya, evlerini suda dirençli malzemelerle ve tepe noktalara yapmaya başladılar. Böylelikle bilim farklı yerlerde ama benzer şekillerde gelişmeye başladı.
Zaman geçtikçe insanlarla beraber bilim de gelişti. Bir olgunun bilim olabilmesi için çeşitli kısıtlamalar getirildi. Daha ilk başta bilimi icat eden topluluğun yaptığı gibi önce problemin tespiti bilim yapmak birinci adımdır, daha sonra aynı topluluk gibi gözlem yapıp veri toplanması gerekir. Bu verilere dayanarak ortaya bir hipotez yani fikir atılır. Bu noktadan sonra her bilim insanı incelediği olaya araştırmacı önyargısıyla yani ürettiği hipotezi ile yaklaşır ve bu hipotezini çeşitli, kontrollü deneylerle sınar. Deneyler sonucunda hipotezi eğer geçerli değilse önceki adımlara geri döner ver eksik noktayı bulmaya çalışarak aynı adımları takip eder. Eğer yaptığı kontrollü deneyleri hipotezini destekliyorsa bir yöntem üretmiş demektir. Bilimin en harika özelliği de bilimsel teorilerle kanıtlanan her şey her ilk denemede kesinlikle çalışmasıdır. Yani bilim ne derse doğrudur ve bize asla yalan söyleyemez. Peki bilim neden bize yalan söyleyemez? Çünkü söylediği her şeyi kanıtlamak zorundadır. Bilim bir olguyu söylemeden bunu test eder ve deney ile hipotezi çelişiyorsa yukarıdaki basamakları takip ederek doğru cevabı arar ve sadece doğru cevabı bulduğunda konuşur.
Kısaca toplamak gerekirse bilim hayatımızın her anında yaptığımız her işte vardır. Hayatımızı sürdürmemiz ve daha iyi bir yaşam için şarttır. Asla bize yoktan bir sayı vermez yaşadığımız evren nasıl çalışıyorsa sadece onu keşfeder ve kurallarını bize anlatmaya çalışır.
KAYNAKÇA & İLERİ OKUMA