[New Atlas yazısından çevrilmiş ve düzenlenmiştir] Tarih: 04.05.2021 Yazar: Süleyman Mansuroğlu Ortalama Okuma Süresi: 6 dakika
Anti madde, normal maddenin garip, şeytani ikizidir ve çoğunlukla evrenimizden sürüldüğü düşünülmektedir. Fakat yine de yıldızlar gibi büyük kümeler halinde gizleniyor olabilirler mi?
Gökbilimciler şimdi bu “anti-yıldızların” kanıtı olabilecek birkaç sinyal tanımladılar ve bunlardan kaçının kendi galaksimizde saklanıyor olabileceğini hesapladılar.
Bilim kurgu gibi görünse de anti madde gerçektir. Basitçe tanımlamak gerekirse, zıt yüke sahip olması dışında olağan madde ile tamamen aynıdır. Bunun anlamı madde ve anti madde parçacıkları karşılaştığında, her ikisinin bir enerji patlamasıyla birbirini imha ettiği anlamına gelir.
En çok kabul gören evren modellerine göre, madde ve anti madde Büyük Patlama ’da oluşmuş olmalı. Ancak, bugün madde kozmosa hakim görünüyor. Anti madde yalnızca eser miktarda, Büyük Hadron Çarpıştırıcısı gibi aletlerde veya doğal süreçte; şimşek, kasırgalar, kozmik ışın etkileşimleri, radyoaktif bozunma veya nötron yıldızları ve kara deliklerden plazma jetleri ile üretilir.
Peki tüm anti madde nereye gitti? Görünüşe göre normal maddeyle temastan neredeyse tamamen silindi. Ama belki de madde – anti madde oranı sandığımız kadar çarpık değildi. Teorik olarak, yakınlarda onu yok edecek normal bir madde olmadığı sürece, anti maddenin yıldızları ve galaksileri ve hatta yaşamı oluşturmaması için hiçbir neden yoktur. Bu ilgi çekici bir olasılık ancak doğrulanması son derece zor. Sonuçta anti-yıldızlar da tıpkı normal olanlar gibi parlayacaktı.
Anti madde kendini farklı şekillerde de gösterebilir. Uzayda, normal maddeden tamamen yoksun bir bölgede anti-yıldızların oluşması oldukça zor olacağından, bilim insanları imkân dahilinde başıboş dolaşan anti maddenin normal maddeyle karşılaşmasından açığa çıkacak gama ışınlarını yakalayarak tespit edebilirler.
Gökbilimcilerin de yeni bir çalışmada aradığı şey de işte bu. Ekip, Fermi Uzay Teleskobundan alınan 10 yıllık verilerden, anti-yıldızlardan gelmiş olabilecek 5787 gama ışını analiz etti. Uzayda birçok nesne gama ışınları yayıyor, bu nedenle araştırmacılar o tek bir noktadan gelen gama ışınlarına odaklandılar ve o ışınlar madde – anti madde yok oluşundan beklenene benzer bir ışık spektrumuna sahipti.
Binlerce veri arasından aradıklarına uyan 14 tanesi vardı. Tabi bulunanların anti-yıldız olduklarına kesin bir kanıt değil. Ekip, pulsarlar veya kara delikler gibi daha iyi bilinen gama ışını yayıcıları olma ihtimalinin çok daha yüksek olduğunu kabul ediyor. Ama en azından olasılık var.
Ekip buradan yola çıkarak galaksimizde makul derecede kaç tane anti-yıldız olabileceğine dair bir tahmin elde etti. Eğer anti-yıldızlar normal yıldızlar gibi dağılmışsa ve yükleri dışında herhangi bir farklılıkları yoksa (bunun üzerine çalışmalar hala sürüyor) o zaman gördüğümüz her 300000 yıldızdan birinin anti-yıldız olduğunu keşfettiler.
Bu gerçekten ilgi çekici bir fikir ve daha fazla kanıt için çok çalışılması gerekecek.
[Özgün yazıdır] Tarih: 05.04.2021 Yazar: Süleyman Mansuroğlu Ortalama Okuma Süresi: 5 dakika
Cin evet ama üç harfli olanlar değil. James Clerk Maxwell tarafından ortaya atılan düşünce deneyidir. Düşünce deneyleri, gerçek hayatta yapılması imkânsız ya da kesinlikle etik olmayan deneylerdir. Maxwell’in ortaya attığı bu deneyin amacı termodinamiğin 2. Yasası olan Entropi İlkesini kesinliğini sorgulamaktır. Termodinamik yasaları ortaya çıkarıldığı 19. Yüzyılda kimse tarafından sorgulanmadan kabul edilmemişlerdir. Bilimde ortaya atılan her fikir, her düşünce en ince ayrıntısına kadar tartışılmalı, karşıt görüşler ve itirazlara cevap verebilir nitelikte olmalıdır. Yasalar birer dogma değillerdir. Daha fazla bilgi için Bilim Nedir? yazısına buradan ulaşabilirsiniz.
Termodinamiğin 2. Yasası Entropi İlkesi
Yüksek potansiyeldeki enerji her zaman daha düşük yoğunluğa sahip başka bir enerji formuna dönüşmek ister. Yani, bir yaz günü soğuk kahve içmek istediğinizi düşünün. Bardağa oda sıcaklığındaki kahveyi koyup üzerine 4-5 parça buz koydunuz. Kahvenizin oda sıcaklığındaki enerjisi etkileşimde olduğu buz parçalarına geçerek buzları eritir. Sonuç olarak kahveniz soğur. Peki kahvenizin etkileşimde olduğu tek şey buz mu? Kahveniz hava ile de etkileşimdedir ve hava sıcaklığı kahvenizden daha fazla olduğu için enerjisiyle kahvenizin sıcaklığını zamanla değiştirecek ve hava sıcaklığına gelene kadar ısıtacaktır. Bu entropi değişimidir. Sistemlerin entropisi daima artar ya da sabit kalır fakat asla azalmaz.
Maxwell’in Cini
Kurulan düşünce deneyinde dış ortamdan tamamen izole, kesişen duvarı olan iki oda kurguladı. Bu duvardan herhangi bir ısı akışı gerçekleşmeyecek fakat aradaki duvarın üzerinde bir kapak bulunuyordu. Her bir odada da eşit miktarda ve eşit sıcaklığa sahip aynı gaz ile vardı. Aradaki kapağı ise odadaki gazların hızını ve konumunu bilen bir cin kontrol etmekte. Bu odalara A ve B odaları diyelim. Cin, A odasındaki moleküllerden, hızı bulunduğu odaya göre daha az olan bir molekül kapağa doğru geldiğinde kapağı açar ve B odasına geçmesine izin verir. Aynı şeyi B odasındaki hızı ortalamaya göre yüksek olan moleküller için yaparak A odasına geçirir. Bu şekilde bir süre sonra A odasında hızı yüksek ve B odasında ise hızı düşük moleküller olur. A odasındaki ortalama hız B odasına göre yüksek olmuş olur. Ortalama hız da sıcaklık demek olduğundan bu durum termodinamiğin ikinci yasasıyla çelişir.
Yasa hala geçerli mi?
Deney’e ilk itiraz Leo Szilard tarafından gelmiştir. Leo Szilard’a göre bir Maxwell Cini de olsa moleküler hızı ölçmek ve konumu bilmek için bazı araçlara ihtiyacı olduğuna ya da bu bilgiyi edinmesi için enerjiye ihtiyacı olması gerekir. Cin ve gazlar etkileşime girdiğinden gazlar ve cinin entropisini bir araya getirilmesi gerekiyor. Daha sonra Brillouin’in yaptığı çalışmalarla, cinin gazın entropisini düşürürken harcadığı enerjiyle çevrenin entropisini arttırdığını ve çevredeki entropi artışının gazdaki düşüşten fazla olacağını dolayısıyla da sistemin entropinin artacağını iddia etti. Tartışmalar daha da devam etti.
Sonuç olarak, Maxwell’in Cini deneyi entropi ilkesini ihlal edilebilirliğini sorgulamış fakat başaramamıştır.
[Virgin Galactic tanıtım yazısından çevrilmiş ve düzenlenmiştir] Tarih: 04.04.2021 Yazar: Süleyman Mansuroğlu Ortalama Okuma Süresi: 3 dakika
Virgin Galactic, yeni nesil yeniden kullanılabilir uzay araçlarını üreterek yeni bir endüstri piyasası kurmayı hedefleyen, özel şahıslar ve araştırmacılar için insanlı uzay yolculuğuna öncülük eden bir havacılık ve uzay yolculuğu şirketidir.
Şirketin ikinci nesil uzay gemisi VSS Unity Aralık ortasında yaptığı başarısız bir uçuşun ardından, Unity’i beklemeye aldı ve sonrasında üçüncü nesil olarak çıkardığı VSS Imagine Uzay Aracı’nı tanıttı. VSS Unity için test uçuşlarının yeniden başlaması, VSS Imagine’in aynı zamanlarda geliştirilmesi hızlanacak şekilde test edilmesiyle birlikte Mayıs ayında yapılması planlanıyor.
Virgin Galactic, parıldayan üçüncü nesil uzay gemisini piyasaya sürüyor. Virgin Galactic filosundaki ilk Spaceship III gibi VSS Imagine’in tamamı yeni ayna benzeri bir materyalle kaplı olacak. Bu tasarım, araç hızla ilerlerken atmosfer içerisinde ve atmosferden çıkarken termal koruma amacıyla yapıldı.
Dıştan bakıldığında VSS Imagine, şirketin önceki uzay gemisi tasarımlarından çok da farklı değil. Bu gemi daha büyük bir taşıyıcı tarafından taşınarak yüksek irtifada serbest bırakılacak. Şirket, yaptığı yeni modüler tasarım sayesinde geminin bakımının daha kolay olacağını ve daha sık uçuş yapabileceğini söyledi. Uzay limanı başına yılda 400 uçuş gerçekleştirmeyi umuyor.
Virgin Galactic’in kurucusu Richard Branson, “ Virgin Galactic uzay gemileri, binlerce insanın uzay merakını yakından deneyimleyebilecek binlerce insana yeni bir bakış açısı sunak için özel olarak üretildi ” diyor. “Bir Spaceship III sınıfı araç olarak Imagine sadece güzel görünmekle kalmıyor ayrıca Virgin Galactic’in gelişen filosunu da temsil ediyor. Tüm büyük başarılar, icatlar ve değişimler bir fikirle başlar. Umudumuz, uzaya seyahat eden herkesin gezegenimize olumlu bir değişim getirecek yeni bakış açıları ve yeni fikirlerle geri dönmesidir.”
VSS Imagine, bu yaz süzülme testleriyle yer testlerine başlayacak ve filodaki bir sonraki Spaceship III olan VSS Inspire da üretimi hızlanıyor.
[YouMatter yazısından çevrilmiş ve düzenlenmiştir] Tarih: 29.03.2021 Yazar: Süleyman Mansuroğlu Okuma Süresi: 8 dakika
Hidrojen arabaları elektrikli arabalardan daha mı yeşil? Hidrojen arabaları gelecek için en iyi ulaşım alternatifi olabilir mi? Evet, hareket halindeyken CO₂ salmıyorlar peki bu çevreyi kirletmedikleri anlamına mı geliyor?
HİDROJEN VE ELEKTRİKLİ ARABALAR NASIL ÇALIŞIR?
Hidrojenle çalışan bir araçta yakıt pilini besleyecek ve oksijenle karışacak olan yüksek basınçla sıkıştırılmış hidrojen gazı bulunur. Bur karışım elektrik motoruna güç sağlayacak elektrokimyasal bir reaksiyon oluşturur. Bu da hidrojenle çalışan arabaların (elektrik enerjisi ve motoru kullanımı nedeniyle) hem klasik petrolle çalışan otomobillere hem de elektrikle çalışan otomobillerle benzer özelliklere sahip olduğu anlamına gelir. Bu sebepten de ulaşım pazarında özel bir yere sahiptirler. Yakıt depolu veya tam hücreli elektrikli araçlar olarak da adlandırılabilirler.
Hidrojenle çalışan araçların yakıt depoları onların ana bileşenidir. Hidrojenin oksijenle karışımından elektrik elde edilir. Sonra bu enerji herhangi bir toksik egzoz gazı salınımı yapmadan aracı yürütmek için kullanılır. Bu süreç sonunda ortaya çıkan tek yan ürün H₂O moleküllerini oluşturan hidrojen ve oksijen atomlarının bağlanması sonucu ortaya çıkan su ve ısıdır. Mükemmel görünüyor, değil mi?
Bir diğer tarafta, elektrikli araçlar (EV) şarj edilebilir bir pilden veya diğer taşınabilir elektrik kaynaklarından akım çeken elektrik motorlarıyla çalışır. Hareket ettiklerinde kimyasal reaksiyon da olmaz. Piller önceden şarj edilmiş olduğunda sadece elektrik akımı oluşur.
Ama hangisi daha ekolojik ve sürdürülebilir? Nihai sonuçlara varmadan önce her bir araç türünün en önemli özelliklerine göz atalım.
HİDROJEN VE ELEKTRİKLİ ARAÇLARIN ARTILARI VE EKSİLERİ
Hidrojenle çalışan bir araç olan Hyundai Nexo ile yaklaşık 550km yolculuk yapabilirsiniz. Bu da elektrik tarafında türünün en iyisi olan Tesla Model S ile nerdeyse aynıdır. Yine de bu arabaların sürüş menzilini doğru söylemek biraz zor. Aracın içindeki yolcu sayısı, klima kullanımı, dur-kalk sıkılığı gibi faktörler bu menzili etkiler. Araştırma firmasına göre, tamamen elektrikli araçların çoğu tam şarjla 150-350 km arası gidebilir. Tam dolu depoyla hidrojenle çalışan bir araç ise 480 km gidebilir.
ŞARJ DOLUM İSTASYONLARI
EV için elektrik santrallerinin sayısı her gün artıyor. Ve Aralık 2018’e kadar ABD’de 20000 şarj istasyonu bulunuyordu. Buna karşın hidrojen dolum istasyonu (çoğunluğu belirli bir bölgede) 45’ten azdır. Nitekim, hidrojen arabalarının altyapısı, tedariki ve teknolojisi hala elektrikli araçların gerisinde.
GÜÇ VE DOLUM SÜRESİ
Hidrojenin yakıt deposu dolumu yapmak için gereken süre elektrikli araçlardan çok daha farklıdır. Tıpkı herhangi bir benzinli arabada olduğu gibi 5 ila 10 dakika sürer. Tesla’nın hızlı şarj cihazları (120 kW) pillere yarım saatte %80 güç sağlar. BMW i3 veya Nissan Leaf’in tamamen şarj olması ise sırasıyla 4 veya 8 saat sürebilir. Elektrikli arabaların güç alma süresi açıkça şarj istasyonuna ve konektörün türüne bağlıdır. Ancak kombinasyon ne olursa olsun şu anda bu süreler hidrojen arabalar için açık bir kazançtır. Bunun başlıca nedeni de 1kg hidrojenin 1 kilogram lityumdan 236 kat daha fazla enerji depolamasıdır.
ASIL SORUN HİDROJEN ELDE ETMEK
Hidrojen, evrendeki en yaygın element olmasına rağmen, Mavi Gezegende saf haliyle mevcut değildir. Bu da hidrojeni araçlarımızın yakıtı için kullanmak istiyorsak onu su, doğalgaz, fosil yakıtlar gibi diğer bileşiklerden üretmemiz gerektiği anlamına gelir. Bunun için enerji kullanılması gerekir ve bu durumda denkleme çevresel ve ekonomik maliyetler de girer.
Bir taraftan suyun elektroliz sürecini tersine çevirerek temiz bir şekilde hidrojen elde edebiliriz. Sorun şu ki, hidrojeni elde etmek için H₂O moleküllerini ayırma işleminin yüksek enerji harcaması onu pahalı bir işlem haline getiriyor. Bununla birlikte, bu enerji güneş veya rüzgâr gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından gelebiliyorsa, net enerji döngüsü düşük karbon alır ve süreç çevre dostu haline gelir. Yine de ele almamız gereken başka bir durum da sürecin verimliliğidir. Bu yöntem yalnızca %75 verimlidir ve elektrik kaybının %25’ine izin verir.
Bu nedenle, günümüzde çoğu hidrojen yakıtının, elektrolizden daha ucuz olan doğalgazın dönüştürülerek üretiliyor. Olumsuz tarafı, süreçte ortaya çıkan yan zararlı ürünler CO₂ ve CO küresel ısınmaya katkıda bulunur. Ayrıca, doğalgaz çıkarılırken metan sızıntısı nadir bir olay değildir. Bu moleküller sadece CO₂’e göre 86 kat zararlı olmakla kalmayarak küresel sera gazı salınımının %25’inden sorumludur.
HİDROJENLE ÇALIŞAN OTOMOBİLLERİN BAZI FAYDALARI
Elektrikli arabaların tipik lityum iyon pilleri yerine hidrojen yakıtlı otomobillerin yakıt depoları, lityum iyon pillerin yaşam döngüsünün sonu sorununu ortadan kaldırıyor. Bu pillerin geri dönüşümü çok zordur ve bu durum şimdilik bir artı olarak sayılabilir. Piller, hastaneler gibi kentsel binalarda yedek jeneratör olarak yeniden kullanmak için bazı projeler geliştirilmektedir.
Ayrıca, herhangi bir kirletici salınım olmadan sürüş, en iyi senaryo olan 40 dakikalık şarja ya da sık karşılaşılan durum 3-6 saatlik şarj süresine kıyasla 5-10 dakikada hızlı bir şekilde yakıt ikmali yapılması hidrojen yakıtla ulaşım için tartışılmaz bir kazançtır.
Bazı araştırmalar küresel CO₂ salınımını %27 azaltma potansiyeline sahip olduğunu gösteriyor. Bu potansiyel,
Doğalgazdan metan sızıntıları nispeten az olduğunda
Metanı parçalayarak hidrojen üretme
Hidrojen yakıtı kullanımı kabul edildiğinde karşılanabilir.
HANGİSİ DAHA SÜRDÜRÜLEBİLİR
Yukarıda bahsedilen faydalara rağmen, günümüzde hidrojenin çoğu metan reformuyla üretilmektedir. Bu, süreçte üretilen CO₂ ve CO nedeniyle iklim değişikliğiyle mücadelede bir çözüm olarak hidrojenle çalışan araçların tüm potansiyelini ortadan kaldırıyor. Metan parçalama süreci iyileştirilirse bile uzun vadeli bir çözüm olması muhtemel değildir.
Yine de teknoloji geliştikçe, hidrojeni elde etmek için su elektrolizi işlemi iyileştirilebilir. Ve süreç daha verimli hale geldikçe daha da kullanılabilir. Çünkü, hidrojenli arabaların enerjiyi iki kez kullanması (hidrojen yapmak ve sonra onu araçlara güç vermek için kullanmak) anlamına gelirken, elektrikli araçların enerjiyi şebekeden hemen kullanabilmesi elektrikli araçlar lehine güçlü bir argüman. Bunun sebebi elektriği hidrojene dönüştürdükten sonra elektriğe geri döndürmek %45’e varan (onu bir sıvıya sıkıştırmak ve depolamak dahil) enerji kayıpları içerebilir.
Bununla birlikte, bilim insanlarına göre %86 verimliliğe ulaşabilecek proton değişim zarı gibi hidrojen üretmenin yeni yöntemleri geliştiriliyor. Günümüzde elektrikli arabalar farklı otomobil türleri ve şarj noktaları açısından daha erişilebilir bir araçtır. Hidrojenle çalışan arabalara kıyasla daha verimli süreçler içerirler. Ve lityum pilleri yeniden kullanılarak farklı amaçlara ulaşılırsa, en azından önümüzdeki birkaç yıl boyunca sürdürülebilir bir çözüm olarak kalacak gibi duruyor.
[Science Focus yazısından çevrilmiş ve düzenlenmiştir] Tarih: 08.03.2021 Yazar: Süleyman Mansuroğlu Ortalama Okuma Süresi: 4 dakika
Neden saldırganlık ve güç değil de nezaket insanların gelişmesine yardımcı oldu? Evrim Antropoloğu Prof. Brian Hare ve bilim yazarı Vanessa Woods, “en güçlü olanın hayatta kalması” fikrinin neden yanıltıcı bir fikir olduğunu açıklıyor.
İnsan doğası hakkındaki görüşlerimiz, toplum olarak yaptığımız neredeyse her şeyi şekillendiriyor. Kimi iyileştirip kimi göz ardı edeceğini, kimi koruyup kime zulmettiğimizi. İnsanın doğası ile ilgili hiçbir görüş “en güçlü olanın hayatta kalması” görüşünden daha fazla zarar vermedi. Başlarda öjeni hareketini doğurdu ve şimdi her türlü ırkçılığı ve ayrımcılığı destekliyor.
Ancak genel düşünce olarak en güçlü, en büyük ve en acımasız olanın üstünlüğünü ortaya koyan “en uygun olanın hayatta kalması” trajik bir yanlış anlaşılmadır. Darwin’e ve diğer biyologlara göre, ‘uygunluk’ yalnızca geride bıraktığınız çocuklarla ilgilidir. Asla bunun ötesine geçmek niyetinde değildir.
Araştırmacıların kullandığı uygunluk terimine göre, arkadaşlığın yaşamın en büyük başarılarının anahtarı olduğunu defalarca göstermiştir. Çiçekli bitkiler, hayvanları tozlaşmaya davet ederek hızla gezegenin her köşesine yayıldılar
Çırçır balıklar, diş parazitlerini yemelerine izin veren çok daha büyük yırtıcı balıkların dişlerinin arasına rahatça dalar. Ve köpekler, en cana yakın olanın hayatta kalmasının nihai örneğidir- evcilleştirme yoluyla daha dostça hale geldiler ve bizim dışımızda gezegendeki en başarılı memelilerdir.
En yakın primat kuzenlerimiz, bonobolar ve şempanzeler bile dostluğun nasıl kazandığını gösteriyor.
Şempanzelerde, alfa erkek tepeye tırmanır ve grup arkadaşlarını testislerini öptürerek tüm teslimiyetlerini işaret etmeye zorlar. Yaptıkları kavgalar ölümcül olabilir. Gücünü kadınları tekeline almak ve diğer erkeklerden daha fazla çocuğa sahip olmak için kullanır.
Bonobolar bunların hiçbirini yapmaz. Şimdiye kadar hiçbir bonobo grubunun bir alfa erkeğe sahip olduğu gözlemlenmedi. Bunun yerine, erkeklerden daha küçük olan dişiler, herhangi bir bonobonun grubu yönetmesini engellemek için bir koalisyon oluşturur.
Yolunu almak için güç kullanan bir erkek, üstesinden gelemeyeceği bir kadın ittifakı tarafından karşılanacak ve daha sonra onunla çiftleşmeyi reddedecek. Erkek saldırganlığı işe yaramaz ve sonuç olarak hiçbir bonobonun başka bir bonoboyu öldürdüğü görülmemiştir.
Biyolojik ‘uygunluğa’ bakarsak, üreme başarısı en yüksek olan kimdir: alfa şempanzeler mi yoksa daha dost canlısı erkek bonobolar mı? En başarılı bonobo erkeklerinin, en despotik şempanzelerden bile daha fazla yavru bıraktığı ortaya çıktı.
Sosyal izolasyon döneminde, arkadaşlıkların sürdürülmesinin zor olduğu ve yeni arkadaşlıklar kurmanın neredeyse imkânsız olduğu bir zamanda, insanlığını yitirme eğilimimizi kısa devre yapabiliriz.
[E&T yazısından çevrilmiş ve düzenlenmiştir] Tarih: 05.03.2021 Yazar: Süleyman Mansuroğlu Ortalama Okuma Süresi: 3 dakika
Qualcomm, kullanıcıların yaşadığı ses aksaklıklarının ve gecikmelerin sayısını azaltmak için tasarlanmış yeni bir kablosuz ses protokolünü açıkladı.
Dünyanın en büyük mobil yonga üreticilerinden biri olan Qualcomm, bir akıllı telefonda oyun oynarken ve müzik dinlerken “üstün” bir ses deneyimi sunması gerektiğini söyledi.
Snapdragon Sound olarak adlandırılan bu teknoloji, oynatmayı sağlamak için şirketin en yeni işlemcileri, Bluetooth ses SoC’leri ve aptX Adaptive gibi codec –Codec, verileri saklama veya gönderme için sıkıştırarak kodlar, ardından oynatma veya düzenleme için açar- bileşenlerini kullanarak Bluetooth’un alçaltılmış sesten muzdarip olduğu sayısız yoldan kaçınmak için tasarlanmıştır. Yüksek çözünürlüklü 24 bit 96 kHz sesi, ultra düşük gecikmeyi, gelişmiş eşleştirme ve yüksek kaliteli sesli aramaları destekler.
Qualcomm Başkan Yardımcısı James Chapman şunları söyledi: “İnsan kulağı, kablosuz bağlantılar üzerinden müzik akışı, video konferans veya oyun akışı sırasında sıklıkla meydana gelen aksaklıklara, gecikmelere ve diğer zorluklara karşı oldukça hassastır. Baştan sona odaklanarak, neredeyse tüm sesli etkileşim noktalarında yaygın tüketici sorun noktalarını çözmek için yenilikler sunmaya çalışıyoruz.”
Snapdragon Sound, “önde gelen bir rakipten” yaklaşık yüzde 45 daha düşük olan 89 milisaniye kadar düşük Bluetooth gecikmelerini destekleyebilir.
Çinli aygıt üreticisi Xiaomi, Snapdragon Sound’u cihazlarına getiren ilk üreticilerden biridir, ancak Qualcomm’un Android akıllı telefonlar üzerindeki hakimiyeti göz önüne alındığında (telefonların yaklaşık yüzde 50’si Snapdragon işlemcileri kullanır), muhtemelen önümüzdeki yıllarda yeni ses teknolojisini çok daha fazla cihazda görebiliriz.
Bir lansman etkinliğinde Qualcomm, Snapdragon Sound’un yeteneklerini göstermek için tasarlanmış bir “HD çalma listesi” başlatmak için Amazon Music ile ortaklık kurdu.
Teknolojiyi destekleyen cihazların bu yılın sonunda piyasaya çıkması bekleniyor. Tüketiciler, Snapdragon Sound rozetini telefonlar, kulak içi ve kulak üstü gibi desteklenen cihazlarda ve sonunda PC’ler ve saatler gibi diğer cihazlarda görebilecekler.
[E&T yazısından çevrilmiş ve düzenlenmiştir] Tarih: 03.03.2021 Yazar: Süleyman Mansuroğlu Ortalama Okuma Süresi: 4 dakika
Bir araştırmaya göre, içten yanmalı motorlu araçlar, elektrikli muadillerine göre yüzlerce kat daha fazla hammadde israf ediyor. Ulaşım ve Çevre (T&E) araştırması, fosil yakıtla çalışan araçlardan uzaklaşmanın ve temiz enerjiye geçişin daha geniş çevresel faydalara sahip olabileceğini gösteriyor.
Bir elektrikli araç (EV) pilinin, ortalama bir arabanın yaktığı 17.000 litre benzine kıyasla geri dönüşümde sadece 30 kg hammadde kullandığı tahmin edilmektedir. Teknolojik gelişmeler bir EV pili yapmak için gereken lityum miktarını önümüzdeki on yılda yarı yarıya düşürdükçe aradaki fark daha da artacak. Gerekli kobalt miktarının da dörtte üç ve nikelin beşte bir oranında azalacağı tahmin ediliyor.
T&E’de ulaşım ve e-mobilite analisti Lucien Mathieu: “Ham maddeler söz konusu olduğunda hiçbir karşılaştırma yapılamaz. Ortalama bir fosil yakıtlı araba, ömrü boyunca 25 katlı bina yükseklikte bir yağ variline eşdeğer miktarda yakıt yakar. Pil malzemelerinin geri dönüştürülmesini hesaba katarsanız, yalnızca 30 kg civarında metal kaybolur: kabaca bir futbol topu büyüklüğünde.”
Çalışma, 2035 yılında, lityumun beşte birinden fazlası ve yeni bir pil yapmak için gereken kobaltın yüzde 65’inin geri dönüşümden gelebileceğini ortaya koyuyor. T&E, Avrupa Komisyonu tarafından önerilen yeni bir yasa uyarınca gerekli olan geri dönüşüm oranlarının, Elektrikli araçların yeni malzemelere olan talebini önemli ölçüde azaltacağını söyledi- bunu geleneksel otomobiller için söyleyemeyiz.
Çalışma ayrıca, Avrupa’nın 2021 gibi erken bir tarihte kendi elektrikli araç (EV) pazarını tedarik etmek için yeterli pil üreteceğini de ortaya koyuyor. 2025’te yaklaşık 8 milyon pilli elektrikli otomobil için yeterli olan toplam üretim kapasitesi 460 GWh’ye çıkacak şekilde önümüzdeki on yıl için şimdiden 22 pil fabrikası kurmayı planlanıyor.
Mathieu, “Bu, Avrupa’nın otomobil filosunun neredeyse tamamen ham petrol ithalatına bağlı olduğu mevcut durumundan çok farklı” dedi. “Artan pil verimliliği ve geri dönüşüm, Avrupayı ham madde ithalatında petrole kıyasla önemli ölçüde daha az bağımlı hale getirecek.”
T&A, elektrikli araçların genel olarak iklim için çok daha iyi olduğunu ve bir benzinli arabaya göre ömürleri boyunca yüzde 58 daha az enerji gerektirdiğini söyledi. Avrupa’daki en kirli elektrik kaynağına sahip Polonya’da bile EV’ler benzinli arabalara göre yüzde 22 daha az CO2 yayıyor.
[New Atlas yazısından çevrilmiş ve düzenlenmiştir] Tarih: 02.03.2021 Yazar: Süleyman Mansuroğlu Ortalama Okuma Süresi: 4 dakika
Tardigrade, aşırı sıcaklık ve basınç hatta uzay boşluğu gibi başka türlü ölümcül koşullara dayanmak için benzersiz bir kış uykusu formu kullanan, doğanın en zorlu hayvanlarından biridir. Bilim adamları şimdi, ölümcül UV radyasyonuna karşı kendini korumak için bir tür floresan kalkan kullanarak bu hayatta kalma araçlarını genişleten yeni bir tardigrad türü keşfettiler.
Su ayıları veya yosun domuz yavruları olarak da bilinen tardigradlar, inanılmaz dayanıklılıkları ile bilim adamlarını şaşırtmaya başlayan mikroskobik yaratıklardır. Beş büyük yok olma olayının hepsinden sağ kurtulan, okyanusun dibindeki ezici kuvvetlere dayanabilen ve yiyecek, su veya oksijen olmadan da bir süre yaşayabilen türden biri oldukları düşünülüyor
Bunu, vücutlarını, iç organlarını yeniden düzenleyecek şekilde sıkıştırarak ve derin bir askıya alınmış animasyon durumuna girerek yaparlar. Bu, esasen onları dondurur ve kış uykusundan çıkmaları için koşullar güvenli hale gelene kadar onları ölümcül tehditlerden korur. Bu numara o kadar etkilidir ki, 2017’de Harvard önderliğindeki bir çalışma, tardigradların Güneş’imizin öldüğünü görmek için yaşayabileceği sonucuna vardı.
Indian Institute of Science’daki bilim adamları, tardigradlar tarafından kullanılan hayatta kalma mekanizmalarını araştırıyor, bölgeden örnekler topluyor ve onları aşırı koşullara maruz bırakıyor . Deneylerden birinde ekip, tardigradları dakikalar içinde bakterileri ve yuvarlak kurtları öldürmek için yeterli dozlarda mikrop öldürücü bir UV lambasına maruz bıraktı.
Hypsibius exemplaris adı verilen bir tardigrade türü biraz daha uzadı ve UV ışığına yaklaşık 15 dakika maruz kaldıktan sonra hayatta kaldı, ancak başka bir gizemli tardigrade türü bağışık görünüyordu. Bu kırmızımsı kahverengi türün tüm örnekleri ışıktan kurtuldu ve hatta yaklaşık yüzde 60’ı 30 gün daha yaşayacak şekilde dört kat daha güçlü bir dozla muamele edildi.Bu yeni ve ilgi çekici tür, yosun kaplı beton bir duvarda yaşarken bulundu. Ters floresan mikroskobu kullanılarak yapılan daha ileri araştırmalar, bu kırmızımsı kahverengi su ayılarının UV ışığına maruz kaldıklarında aslında maviye döndüğünü ortaya çıkardı.
Bilim adamları, bunun nedeninin cildin altında bir kalkan görevi gören, normalde öldürücü olan UV ışığını emen ve onu zararsız mavi ışığa dönüştüren bir dizi floresan pigment olduğunu keşfettiler. Araştırmacılar aslında bu pigmentleri çıkarıp UV ışığı altında hayatta kalma oranlarını ikiye katlamak için Hypsibius exemplaris tardigrades ve C. elegans solucanlarına aktarmayı başardılar .
Ekip, bu yeni tardigrade türünün, Hindistan’ın tropikal güneyindeki amansız güneş ışığı ile başa çıkmanın bir yolu olarak bu temiz UV-hayatta kalma kalkanını geliştirmiş olabileceğine inanıyor.
[New Atlas yazısından çevrilmiş ve düzenlenmiştir] Tarih: 23.02.2021 Yazar: Süleyman Mansuroğlu Ortalama Okuma Süresi: 3 dakika
Şu anda robotlar için dokunmaya duyarlı elektronik cilt geliştiren birkaç grup var. Cornell Üniversitesi’ndeki bilim adamları, robotlara dokunulduklarını bildirmek için gölge görüntüleme kameraları kullanarak daha basit bir yaklaşım izliyorlar.
ShadowSense olarak bilinen deneysel sistem, yumuşak gövdeli bir robot üzerinde elektronik olmayan yarı saydam bir “dış yüzey” altında bulunan, USB ile çalışan dizüstü bilgisayara bağlı sıradan bir kamera içeriyor.
Bir kişi robotun üstüne yaklaştığında, ortamdaki aydınlatma elinin gölgesini deriye düşürür. Kamera, elin cilde gerçekten ne zaman dokunduğunu, cildin hangi bölgesine dokunduğunu ve hangi hareketi yaptığını belirlemek için makine öğrenimine dayalı algoritmaları kullanarak, cildin diğer tarafından (robotun içinden) o gölgeyi izler. Bu şekilde, ShadowSense yalnızca robota ne zaman ve nerede dokunulduğunu söylemekle kalmaz, aynı zamanda farklı dokunma hareketlerine farklı komutlar da atayabilir.
Mevcut prototip robot- silindirik, tekerlekli bir iskeletin etrafına gerilmiş naylon deriden yapılmış şişirilebilir bir kese- avuç içi ile dokunma, delme, iki elle dokunma, sarılma, işaret etme ve hiç dokunmama arasında ayrım yapabiliyor. Bunu, aydınlatmanın gücüne ve yönüne bağlı olarak yüzde 87,5 ile 96 arasında bir doğrulukla yapabiliyor.
Araştırmacılar, dokunmatik ekranlarda veya elektronik cihazlarda da kullanılabileceği için, teknolojinin uygulamalarının robotik ile sınırlı olmadığını belirtiyorlar. Bununla birlikte, ShadowSense’in şu anda bazı sınırlamaları var, sadece bir ışık kaynağı gerekli değil, aynı zamanda kameranın cildin etkileşimli kısmının görüş alanı içinde yer alması gerekiyor. Aynaların veya ek lenslerin kullanılması bir sonraki adım olabilir.
“Dokunma çoğu organizma için çok önemli bir iletişim şeklidir, ancak insan-robot etkileşiminde henüz hazır değildir” diyor baş bilim insanı Doç. Dr. Guy Hoffman. “Bunun nedenlerinden biri, tüm vücut dokunuşunun çok sayıda sensör gerektirmesi ve bu nedenle uygulanmasının pratik olmamasıdır. Bu araştırma, düşük maliyetli bir alternatif sunuyor.”